DAVUTOĞLU İLE BİR YIL: BİR BİLANÇO DENEMESİ
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Türk dış politikası üzerindeki etkisini Dışişleri Bakanlığı görevine getirildiği 2 Mayıs 2009 tarihinden başlatmak doğru olmayacaktır. Davutoğlu daha 2003 yılında Başbakan Abdullah Gül’ün önerisi ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in onayıyla büyükelçi payesini almış, aynı yıl Başbakanlık makamına gelen Recep Tayyip Erdoğan’ın başdanışmanı olmuştur. Bu görevleri üstlenmesinden önce yıllarca öğretim üyesi olarak çalışan Davutoğlu Stratejik Derinlik adlı eserinde Türk dış politikasının gelecekte nasıl olması gerektiği ile ilgili görüşlerini Türk Sağı’nda benzerine sık rastlamadığımız bir berraklık ve akademik düzeyde ifade etmişti. 2003 yılından bu yana söz konusu görüşlerini uygulama fırsatını elde eden Davutoğlu, özellikle Türk dış politikasında o güne kadar Batı dünyası ile ilişkilerin gölgesinde kalmış Kafkaslar, Orta Doğu ve Afrika gibi bölgelere yönelik yürüttüğü çalışmalar ve açılımlarla dikkati çekti.
Bakanlığa geldiği 2009 Mayıs’ından itibaren Türk diplomatları şimdiye dek görmedikleri bir tempoyla çalışmaya başlamış ve Türk dış işlerinin faaliyetlerini yoğunlaştırdığı alan genişlemiştir. Yeni temponun ve Davutoğlu’nun getirdiği yeni üslubun Dışişleri Bakanlığı’nın kadrosunu zaman zaman zorladığı ve hatta Washington’daki Türk Büyükelçisi Nabi Şensoy’un istifası olayında görüldüğü gibi küçük krizlere neden olabildiğini biliyoruz. Bununla birlikte Davutoğlu’nun performansının genelde olumlu değerlendirildiğini söyleyebiliriz.
Bakanlığının birinci yılını doldururken Davutoğlu’nun en önemli zaafının çevresini kuşatan, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kayıtsız şartsız destekleyen, Davutoğlu’nu bir Henry Kissinger yahut Jacques Attali olarak sunabilmek için Bakan’ın vizyonunu basitleştirip iç politikada kullanışlı bir retorik düzeyine indirgeyen milletvekilleri, think tank uzmanları ve gazeteciler korosu olduğu açıktır. Davutoğlu’nun yaratıcı bir muğlaklıkla formüle ettiği “komşularla sıfır anlaşmazlık politikası”nın bu ellerce köşeli bir hale getirilip kaba bir yeni-Osmanlıcılık olarak lanse edilmesini örnek verebiliriz.
Bakan Davutoğlu’nun iç siyasette büyük sükse yapmasını sağlayan bu retorik dalgasının uzun vadede bir zaaf haline geleceğini tahmin etmek zor değildir. Kendisinden beklentiler gittikçe artmakla birlikte büyük başarı haberleri henüz gelmemekte, üstelik ufak görünen başarısızlıkların sayısı can sıkıcı bir hızla artmaktadır. Ermenistan’la imzalanan protokollerden sonra, Amerikan Temsilciler Meclisi’nin bir komisyonunda görüşülen soykırım tasarısının daha o aşamada reddini beklemek makul olacakken, tasarının nasıl olup da kabul edildiği cevaplanması zor bir sorudur. Gazze’deki Hamas yönetimine sahip çıkılırken, bu uğurda İsrail ve Mısır küstürülürken, karşılığında Hamas yönetiminden Batı ve İsrail’le ilişkilerinde en küçük bir yumuşama sinyali gelmemesi düşündürücüdür. Aynı şekilde Azerbaycan ile ikili ilişkilerimizde girdiğimiz tatsız dönem hem Bakan Davutoğlu’na ve hem de partisine bir fatura çıkaracak gibi görünmektedir.
Yakında dış politika uzmanları Davutoğlu’nun performansını geçmişteki Türk dışişleri bakanlarının performanslarıyla karşılaştırmaya başlayacaktır. Türk Sağı’nın yetiştirdiği en önemli iki dışişleri bakanı, Londra ve Zürih Antlaşmaları’na attığı imzayla Türkiye’nin Kıbrıs politikasının dayanak noktalarını oluşturan Fatin Rüştü Zorlu ve Avrupa Birliği’nden üyelik müzakerelerinin başlangıcı için tarih almayı başaran Abdullah Gül ile kıyaslayınca Davutoğlu’nun henüz bunlar derecesinde büyük bir başarısını kaydedemiyoruz. Zorlu ve Gül’ün bu başarılara neredeyse sıfır retorikle imza attıklarını hatırlayınca aradaki fark daha da göze batıyor. Beklentilerin fazlalığı kendisine yük olmaya başlamadan önce Davutoğlu’nun el attığı onlarca meseleden hiç olmazsa birkaçını çözüme kavuşturması gerekiyor.
The opinions expressed in this blog are personal and do not necessarily reflect the views of Global Brief or the Glendon School of Public and International Affairs.
Bu blogda dile getirilen görüşler kişiseldir ve Global Brief yahut Glendon School of Public and International Affairs’in görüşlerini yansıtmamaktadır.