EKSEN KAYMASI BİR REJİM SORUNU MUDUR?
Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasından sonra geçen bir yılı aşkın zamanda Türk dış politikasında yeni yöntemler ve hedefler belirlendiği yolunda değerlendirmeler zaten bir süredir duyulmaktaydı. Türkiye ve Brezilya’nın inisiyatifiyle İran’la imzalanan ve ABD’nin başını çektiği yaptırım paketini geçersiz kılmayı amaçlayan takas anlaşması bu yöndeki şüpheleri arttırmıştı. Mavi Marmara gemisinde yaşanan olaylardan sonra Türkiye’nin tutumu ve BM’deki red oyuyla birlikte pek çok gözlemci artık karşılarında yeni bir Türkiye’nin durduğuna inanmış görünüyor. Türk dış politikasında gerçekten bir eksen kayması yaşanıp yaşanmadığı dünden bugüne anlaşılacak, bir vakıa olarak hemen tespit edilebilecek bir mesele değildir. AKP hükümetinin 2009 başından bu yana attığı kimi adımlar bunu çağrıştırsa bile, henüz bu konuda son sözü söyleyecek olan Başbakan Erdoğan’ın AB üyeliği hedefini rafa kaldırdığını, NATO güvenlik şemsiyesini artık önemsemediğini, Batı Bloku’ndan ayrışmayı göze aldığını söylemek için çok erkendir. Bununla birlikte, muhakkak olan ise AKP ve AKP’ye yakın duran düşünce kuruluşları içinde bu tartışmaların yapıldığıdır.
Son günlerde Türkçe basında bu gelişmeler hakkında yazılan kimi makalelerde yeni bir eğilim belirdi. “Velev ki” diye başlayan bu makaleler Türk dış politikasındaki değişikliklerin olumlu yönlerine odaklanmakta ve nihayetinde bir eksen kaymasının bile “dünyanın sonu” olmayacağını, iktisadi olarak hızla büyüyen Türkiye’nin artık kendisine biçilen rollere sığmadığını, büyük düşünmemiz gerektiğini telkin etmektedirler.
Mutlaka bu iddialara getirilebilecek pek çok itiraz vardır. Fakat en şaşırtıcı olan husus, bu görüştekilerin bir eksen kaymasını münhasıran bir dış politika sorunu sanmaları ve böylesine büyük bir dış politika değişikliğinin iç politikamızı nasıl alt üst edeceğini görememeleri, yahut önemsememeleridir.
19. yüzyılın başından başlatacak olursak, Modern Türk Tarihi boyunca bütün büyük dış politika kararları Türk siyasetinde olağanüstü hareketlenmeye ve hatta rejim değişikliklerine sebep olmuştur. II. Mahmut ve Abdülmecit’in İngiltere ile yakınlaşmasının ardından Tanzimat Fermanı yayınlanmıştı. Kırım Harbi ve “Concert of Europe”a dahil edilmemiz ile Islahat Fermanı neredeyse örtüşür. Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra İngiltere’nin Osmanlı’nın hamiliğinden vazgeçmesinin, II. Abdülhamid’in istibdat yönetimini kolaylaştırdığını göz ardı edebilir miyiz? Kemalist devrimin hedef olarak Batı uygarlığını göstermesi ile Türkiye’nin bir cumhuriyet ve ulus-devlet olarak kurulması arasındaki bağı inkar mümkün müdür? Keza, 1945 sonrasında çok partili hayata geçişimizde Batı Bloku içinde yer almayı seçmemizin rolü yok mudur?
Sosyal bilimlerde indirgemeci, tekil açıklamalar kesinlikle makbul değildir. Türkiye’deki rejim değişikliklerinin salt dış politika yönelimlerine bağlı olarak şekillendiğini iddia edemeyiz. Ancak, modern tarihimizdeki olay örgüsüne baktığımızda, ait bulunduğumuz uygarlık ve güvenlik sisteminin rejimini benimsediğimiz de açık bir tarihsel gerçekliktir. Türk dış politikasında gerçekten bir eksen kayması olursa bunun iç siyasetteki ilk kurbanı parlamenter sistem olacaktır. Başbakan Erdoğan’ın tam da bu sırada başkanlık sistemini tartışmaya açması bir tesadüf olabilir mi?
The opinions expressed in this blog are personal and do not necessarily reflect the views of Global Brief or the Glendon School of Public and International Affairs.
Bu blogda dile getirilen görüşler kişiseldir ve Global Brief yahut Glendon School of Public and International Affairs’in görüşlerini yansıtmamaktadır.